Hayatı Sıfırla


Son viral reklamıyla Coca Cola Zero, sanat ve karın doyuracak meslek karşılaştırmasını da gündeme getirdi. “Hayatı Sıfırla” ve “Hayallerinin Peşinden Git” sloganlarıyla bir kampanya düzenleyen ve sıfıra yeniden bir anlam kazandıran Coca Cola, bu kampanya kapsamındaki yeni iletişiminde küçükken profesyonel olarak müzikle ilgilenen ama geçimini sağlayamayacağı için hayatını başka bir yola yönlendiren kişi ve kişilere odaklanmış. Marka bu ikilemi gündeme getirerek zihinlerdeki maddi koşullar ve özlemlerimiz arasındaki trajik açmazı  tartışmaya açıyor.

Özellikle hayallerin ve özlemlerin sembolizmini sanat üzerinden vurgulaması bu trajik açmazın eksenini oluşturmakta. Sanat sembolizmini, tüketim toplumunun mekanikleşmiş yaşam koşullarının tam karşısına koyması oldukça ilginç. Söylem samimiyetini arayan izleyici, sanat yaşamının metalaşmasını, kazanca ve pazarlamaya endeksli olması gerçeğini nasıl aşabileceği meselesi ile karşı karşıya kalıyor. Bu sürecin başlıca sorumluları olarak da sistemin içindeki büyük sermaye sahiplerini göstermek mümkün.

Dolayısı ile iletilen mesaj, bu trajik açmaza dikkat çekerken  aslında bize tam bir özgürlüğü mü yoksa, kuralları belirlenmiş alanlar arasındaki özgürlüğü mü hatırlatmak istiyor pek emin olamıyoruz. Çarkın hangi tür dişlisi olmak istersin sorusuyla mı karşı karşıyayız yoksa ?

Peki bu büyük sermaye dediklerimizden biri olan Coca Cola neyi hedeflemiş olabilir ?

“Hayatı Sıfırla” ve “Hayallerinin Peşinden Git” gibi zincir kırıcı slogan ve mesajlarla tüketiciye ulaşmak, kapitalist sistemin içindeki her markanın rahatlıkla kullanabileceği bir tarz değildir. İçinde biraz anarşizm barındırır. Hemen buradan, Coca Cola anarşizmi destekliyor  düşüncesini çıkartmak doğru olmaz. Fakat modernitenin ve kapitalizmin, nesnel ve kalıplaşmış dünyasından çıkıp, postmodern dünyaya kapı açıyor. Ve hatta postmodernizm sonrası endüstri ötesi topluma atıfta bulunuyor. Çünkü bu trajik açmazın çözülme ve aşılma olasılığı  postmodernizm sonrasına işaret ediyor gibi.

Bu kapıyı açarken de tüketicilerine hangi sistem, hangi akım, hangi düşünce hakim olursa olsun ben seninleyim, sen de benimle ol, beni unutma diyor. Dünya değişiyor, sen değişiyorsun, ben de değişirim diyor ve böylece marka ömrünü sonsuzluğa uzatıyor.

Geriye tek bir soru kalıyor. Gerçekten değişim varsa ben de değişirim diyerek ayak mı uyduruyor yoksa direkt olarak değişimi yaratanlardan mı oluyor? Eğer bütün bunlar bir strateji oyunuysa her iki şekilde de oyunu kuralına göre oynuyor!

Modernizmin Truva Atı


Postmodernizm, modernliğin rasyonalitisine, aklın bütün alanlarda, insanlığın tüm problemlerini çözebilecek mutlak otorite olmasına itiraz ederek ortaya çıkmıştır. Postmodernizm, politik veya sosyal nitelikli, küresel, her şeyi kucaklayıcı, Marksizm, faşizm, liberalizm gibi tüm dünya görüşlerine söz merkezci ve bütünselleştirici büyük anlatılar oldukları gerekçesiyle karşı çıkar. Postmodernizm evrenselciliğe de karşı çıkarken, genel geçer ve yansız bir bilgi anlayışını kabul etmeyip, çeşitli akılların varoluşunu ve bilginin göreliliğini vurgular.

Postmodernizmin ortaya çıkışındaki önemli faktörlerden birinin, Avrupa’nın 20.yüzyıldaki politik tarihi olduğu çok rahatlıkla söylenebilir. Çünkü bu tarih, Avrupa kaynaklı sömürgeciliğe, modern ve aydınlanmış Avrupalıların Avrupalı olmayan halklara ya da barbar komşularına uygarlık götürme teşebbüslerine, sömürgelerin sözde uygar devletlere karşı verdikleri kurtuluş savaşlarına, dahası soykırımlara tanıklık etmiştir. Bütün bu gelişen olaylar, Batının hümanizmine, ilerlemeciliğine ve kendisinin barbarlığın antitezi olduğu iddiasına gölge düşürüp, modernizmin sorgulanmasına neden olarak postmodernizmin doğuşunda etkili olmuştur.

İstanbul Modern’de 16 Ocak-16 Mayıs 2013 tarihleri arasında izlenebilecek olan “Modernlik? Fransa ve Türkiye’den Manzaralar” sergisinde de bu postmodernist hava hissediliyor. Sanatçılar eserleriyle, hem modernitenin yıkımlarını hem de görünenin ne kadar aldatıcı olduğunu sorgulamaya ve anlatmaya çalışmışlar. Eserlerin mesajlarını iletmekte ne kadar başarılı olduklarına ya da ne kadar yaratıcı olduklarına dair bir eleştiride bulunmayacağım. Herkesin bir eserden hissedeceği ve algılayacağı şeyler de çok farklıdır. Fakat bir sosyolog gözüyle baktığım zaman, birileri işin ucundan tutmuş, çaba sarfetmiş diyebilirim. Bu sergi sayesinde modernitenin yaratmaya çalıştığı bütünsel ve tek tip yaşam modelinin aslında ne kadar kutuplaştırıcı, bireyi yalnızlığa iten bir yapı olduğu gözler önüne seriliyor. Aynı zamanda sergi, kimlik, aidiyet, göçmenlik, tüketim toplumu ve ulus-devlet kavramlarının da yeniden sorgulanmasına yardımcı oluyor.

Peki Ya Çelişkiler?

Postmodernist düşünürlerin en çok üzerinde durdukları konulardan biri bilginin ve sanatın birer meta haline gelmesidir. Serginin sponsorunun Fransız lüks markalarını çatısı altında toplayan Comité Colbert olduğu daha önce burada yazılmıştı. Bir serginin, böyle bir marka grubu tarafından desteklenmesi, sanatın bir meta haline gelmesini akla getiriyor hemen. Fransız lüksünü İstanbullulara tanıtma ve daha çok markayı Türk piyasasına sokma girişimleri için festival düzenlemeleri ve bu festivalle paralel olarak bir sergi organize edilmesi, pazarlama taktiklerinde sanatı kullandıklarını gösterir. Üstelik bunu, sosyal sorumluluk kılıfını giydirerek yapıyorlar. Bu durum tam da Lyotard ve Baudrillard’ın sözünü ettikleri bilginin, sanatın, sahip olunan değerlerin ticarileşmesinden kaynaklanan bir tüketim toplumunun oluştuğuna uygun bir örnek. Comité Colbert, lüks yaşamı benimsetmeye çalışarak ve de kendi markalarının ürünlerini satmaya çalışarak tüketimi artırmaya çalışıyor. Yani sistemin içindeki görevini yerine getirmeye çalışıyor. Sanatı bir meta haline getirmesi de ilk bakışta çok da sorun değil, böylece sanat eserlerinin ulaşılabilirliliği kolaylaşıyor. Fakat çelişkili olan, sponsoru olduğu serginin, Comité Colbert’in dahil olduğu sistemdeki desteklediği tüketim toplumu, modernite, kent yaşamı, bilgi ve sanatın metalaşması, lüks yaşam gibi kavramları eleştirmesi. Böyle bir durumda serginin vermek istediği mesaja dair samimiyetine de kuşku duyuyor insan.

    Nasan Tur, Once Upon a Time

Düşünürlerin diğer üzerinde durdukları konu ise ulus-devlet kavramının bir anlam ifade etmemesidir. Sergideki eserlerden buna en güzel örnek Nasan Tur’un “Once Upon a Time” adlı çalışmasıdır. Saten kumaştan üretilmiş sekiz ülke bayrağından oluşan bu yerleştirme ilk bakışta bir ulus-devlet abidesini andırır. Oysa Yugoslavya, SSCB ve Doğu Almanya gibi artık dünya düzeninde yeri olmayan ve siyasal dünya haritasından silinmiş sekiz devletin bayraklarından oluşur. Tavandaki tek bir zincirden yere sarkmış bu devasa bayraklar iç içe geçerek adeta bölünmez bir bütün oluşturmuştur. İlk bakışta tanıdık gelseler de bayrakların hangi ülkeye ait olduğunu anlamak hemen hemen imkansızdır. Ulus-devlet ya da birleşik devletler, dikkatli bakıldığında yayılmacı politikaları ile sorunlar oluşturmaya ve çöküşe gitmeye mahkumdur. Farklılıkları desteklediklerini söyleyen Comité Colbert’in bu konudaki çelişkisi ise hâla milliyetçi bir tavırla politikasını yürütmesi. Ulus-devlet kavramındaki devletin otoriterliği gözükmüyor burada, sahneye sermaye sahipleri olarak giriyorlar ama ulus kısmından henüz kopamamışlar. Fransız yaşam tarzını empoze etmek ve yaymak için uluslararası platformda tanıtımlar yapıyorlar. Bir taraftan da kendi yaşam tarzlarını metalaştırıyorlar. Bu aynı zamanda modernizmin getirmiş olduğu, sömürgecilik ve yayılmacı politikaların daha kansız ama daha sinsi ve acımasız halidir. Küreselleşmeyle birlikte kapitalist sistemde, devletlerin rolü çok da yoktur, asıl sistemi yönetenler büyük sermaye sahipleridir. Bu nedenle ulus-devlet ve milliyetçilik kavramları zamanla etkisini yitirmeye başlamıştır. Fakat Comité Colbert’in kapitalist sistemdeki sermaye sahiplerinden olmasına rağmen stratejisini hâla modernitenin kalıntılarından yürütmeye çalışarak Fransız yaşam tarzı üzerinden kurmasını, bununla eş zamanlı olarak da bütün bu modernist stratejilerin ve yaşam tarzlarının hatta postmodernist hayatın da olumsuz yönlerini gösteren bir sergiye sponsor olmasını ben kendi içinde yaşadığı bir çelişki ya da kasıt olarak görürüm.

Sanat Müzelerine Not

Sanatın metalaşmasının onun ulaşılabilirliğini kolaylaştırdığından bahsettim yukarıda. Ülkemizdeki özel sanat müzeleri de bu durumu tam anlamıyla kullanıyorlar. Gerek değişik gruplara sundukları farklı giriş ücretleriyle, gerek her sergi için hazırladıkları kataloglarla, gerek müze mağazalarında sattıkları diğer hediyelik eşyalarla… Ama madem bir işe soyundunuz, tam soyunun, tüketici ve sanattan faydalanacak izleyiciler olarak bizler de aferin diyelim. En son karşılaştığım olay, İstanbul Modern’de “Modernlik? Fransa ve Türkiye’den Manzaralar” sergisi için de güzel bir katalog hazırlanmış. Bu kataloğu 55 TL karşılığında satıyorlar. Eğer sanat sizin için bir meta ise, bu fiyat da neyin nesidir? Yapın çok daha makul bir fiyata, herkes rahatlıkla alabilsin. Yoksa nerede o zaman metalaşmanın getirdiği ulaşılabilirlik?

Kaynakça

Cevizci, A.; Felsefe Tarihi, “Postmodernizm”, Say Yay., İstanbul, 2010

Fransız Lüksünün Pazarlama Atağı ve Sanatın Aracılığı


Fransız lüks markalarının temsilcisi Comité Colbert’in CEO’su Elisabeth Ponsolle des Portes, 11 Ocak 2013 günü Fransız Sarayı’nda düzenlenen basın açıklamasında “Türkiye, bölgede lüksün yeni merkezi olarak öne çıkıyor” sözüyle çıktı karşımıza. Fransız lüks yaşamının kısaca tarihinden ve bu yaşam tarzının küresel bazdaki geleceğinden bahsedildi.

1643 – 1715 yılları arasında tahtta kalan XIV. Louis ve dönemin Maliye Bakanı Jean Baptiste Colbert, Fransa’yı dünyanın kalite ve lüks yaşamın merkezi yapmayı amaçlarlar ve lüks ithalatı yasaklayıp ihracatı arttırırlar. II. Dünya Savaşı sonrası yeniden güçlenmek ve Fransa’yı tekrardan lüksün merkezi haline getirmek amacıyla, ismini Fransa’nın kültür ve üretim merkezi haline gelmesinde büyük rol oynayan Maliye Bakanı Colbert’den alan, Comité Colbert 1954 senesinde kurulur. Kuruluşunda 14 üyesi bulunan Comité Colbert’in bugün; Baccarat, Chanel, Christian Dior, Hermés, Lacoste, Lancôme, Louis Vuitton, Yves Saint Laurent gibi farklı sektörlere mensup 75 üyesi bulunuyor.

Fransız lüksüne ait kültürel mirasın uluslararası platformlardaki koruyuculuğunu ve tanıtımını üstlenen Comité Colbert; beş kıtada düzenlediği organizasyonlarla, lüks ve kültür arasındaki ilişkiyi gözler önüne sermeye çalışıyor. İstanbul’a geliş amaçları da tam da bu nedenle. Comité Colbert’in üyesi markalar, 16-22 Ocak tarihleri arasında İstanbul’da bir festival düzenleyerek kendi modernite yorumlarını sunacaklar. İstinye Park ve Nişantaşı’nda yer alan Fransız lüks markalarına ait butiklerde, her marka bu temayla ilgili bir sunum sergileyecek ve Fransız modernitesini ifade eden etkinlikler düzenleyecek. Festivalle eş zamanlı olarak, İstanbul Modern’de “Modernlik? Fransa ve Türkiye’den Manzaralar” konulu bir sergi de 16 Ocak-16 Mayıs 2013 tarihleri arasında izlenebilecek.

Lüks Yaşam ve Gerçekler

Herkes konforlu ve kaliteli bir yaşamı tercih etmek ister. Herkes, nitelikli ve zarif ürünleri kullanmaya meyillidir. Buraya kadar her şey çok güzel görünüyor. Hatta ülke ekonomisine katkıda bulunacak güzel bir adım diye de desteklenebilir bu gelişmeler. Fakat, bu düşüncelerde çok da aceleci olmamak gerek diyen, tutan bir şeyler var ortada ve onlar aslında o kadar kocaman, o kadar gerçekler ki…

Lüks yaşamın yaygınlaştırılması hedeflenince, sanki dünyada bütün sorunlar bitti; adaletli gelir dağılımı sorunu çözüldü; yoksulluk denilen dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğunu etkileyen rahatsızlık ortadan kalktı, diye düşünüyor insan. Yüksek alım gücüne sahip, özel bir gruba hitap ettiklerini inkar etmiyorlar. Ve işin daha ilginci bunu meşrulaştırma şekilleri. Comité Colbert lüks ürünleri içinde bulunduğumuz kötü durumdan sığınma, bir hoşluk olarak görmemiz gerektiğini öneriyor; ne kadar güzel(!) değil mi?

“Ah sorma içim parçalanıyor, şu lüks mağazaları dolaşalım da neşemiz yerine gelsin biraz, yeni ürünler gelmiş.”
Sanırım tarif edilen ve beklenilen davranış bu olsa gerek.

Peki ya Türkiye

Gelelim Türkiye cephesine, Comité Colbert’in ihracatında Türkiye’nin payı %2 gözüküyor. Bu yapacakları festivalle birlikte hem Türkiye pazarında olmayan markaları devreye sokmayı hem de bu payı yükseltmeyi hedefliyorlar. Buradaki müşteri kitlesinden de genç ve şehirli, duyarlı, bilinçli ve lükse düşkün olarak bahsediliyor. Türkiye’deki genç tüketici, bilinçli bir tüketici değildir. Sadece ürün özelliğine, hizmet kalitesine bakmak demek bilinçli olmak demek değildir. Ayrıca, bunlara da dikkat eden çok az bir kesim var. Çoğu, onda varsa bende de olsun, hatta daha iyisi olsun diyen, tam da kapitalizmin yaratmaya çalıştığı, sadece özenme ve yarış halinde bulunan, sınıfsal evrimini tamamlayamamış bilinçsiz tüketici. Üstelik bu söylediğim sadece genç tüketici için geçerli değil, her yaştan tüketici için geçerli bir durum. Bizim ülkemizde genç tüketici, çoğunlukla üretim süreçlerinde yer almaz ve kendi kazancıyla bir tüketim yapmıyorsa, bu da bilinçli tüketiciye girmez. Sırf daha havalı gözükmek uğruna elindeki bütün parasını marka çantaya verip, yemek yiyecek parası kalmayan arkadaşlarım oldu. Bilinçli(!) tüketiciye örnekler vermekle bitmez.

Türkiye’de bulunan lüks Fransız markalarının cirosunun, son 5 yılda %30 artmasının nedeni de bu bilinç midir? Peki Türkiye’de ne değişti de bu oran arttı, zengin daha zengin, fakir daha mı fakirleşti? Yoksa ortaya yeni zenginler ya da yeni bilinçli(!) tüketiciler mi çıktı?

Pazarlamanın Aracı Olarak Sanat

Elbette önemli sorunlardan biri bu hedeflerine sanat aracılığıyla ulaşmaya çalışmaları. Etkinliklerine sosyal sorumluluk elbisesi giydirerek sunmaları, pazarlama ve sanat kavramlarını kendi içinde tartışmaya açıyor sanki. “Pazarlamanın aracı olarak sanat” denklemini rafine ve kaliteli bir yaşam alameti olarak görmek çok şüphe götürür.

Bu konularda “Modernlik? Fransa ve Türkiye’den Manzaralar” başlıklı sergiyi de gezdikten sonra daha ayrıntılı yazmaya çalışacağız. Çünkü araya bir de “Modernlik” kavramı girmiş. Lüks yaşam – modernlik özdeşliği ve pazarlama aracı olarak sanat kavramları üzerinde tartışmaya değer gibi gözüküyor.

Hayalî Dünyadan Gerçek Dünyaya Diplomatik Model Çalışması


İki ülkenin siyasi, kültürel ve ekonomik ilişkiye girebilmesi için o ülkelerin global düzeydeki ekonomik ve siyasi güçlerinin, kültürel farklılıklarının ve benzerliklerinin ülkeler tarafından iyi analiz edilip, bu analiz sonucunda çıkarlarının birbirlerini tamamlayıp tamamlamadığının anlaşılması gerekir.

Benim ülkem (Aslan Cumhuriyeti) siyasi ve askeri bakımdan güçlü, diplomatik bağlantıları da kuvvetli bir ülke. Uluslararası arenada sözü, nazı veya tehdidi geçen bir durumdayım. Yönetim şeklim de yetkileri fazla, gerektiğinde katı kurallar koyabileceğim bir başkanlık sistemi. Hem sert bir duruşum ve geniş yetkilerim var hem de dürüstüm bu nedenle halkımdan çok fazla destek gördüğüm gibi aynı zamanda birçok üst düzey devlet çalışanının, sermaye sahibinin, hükümetteki diğer partilerin, diğer bazı ülkelerin çıkarlarına, tekerlerine çomak sokmuş oluyorum. Her ne kadar güvendiğim noktalarım, kimselerim olsa da (yoksa başkanlığa adım atamazdım) oyunlarına engel olduğum bu kimseler ve halkın bazı kesimlerinden benim yönetimime karşı, gelmekte olan isyan ve protesto sesleri benim için tehdit oluşturuyor. Bütün bunlar çevremde güvenebileceğim insan sayısını da azaltıyor. Fakat güvenebileceğim insan sayısının zamanla azalmasına rağmen, hala siyasi ve askeri bakımdan kuvvetli bir konumdayım. Bu da hem ülkemin jeopolitik konumundan, hem de tarihten beri gelen kurulmuş ve benimle de devam eden  mantıklı, diplomatik ilişkiler sayesindedir. Bu nedenle diğer ülkeler, çıkarlarına ters düşsem de kolay kolay, benim ülkemi tehdit etmeye ya da çeşitli ambargolar koymaya yeltenemiyorlar.

İlişki kuracağım ülke (Arida) ise diplomasi bakımından benden daha az gelişmiş seviyede bulunuyor ve benim iyi ilişkiler içerisinde bulunduğum Targaryen ile soğuk savaş dönemindedir. Ayrıca Arida doğalgaz bakımından zengin ve bu nedenle de ucuz bir ülke, benim de doğalgaz açısından sıkıntım var. Ülkemdeki en pahalı ve en fazla kesinti yaşanan kaynak doğalgaz olduğu gibi yakın komşularımda da rahatlıkla alabileceğim, antlaşma yapabileceğim bir ülke yok. Çünkü onların da yatakları, rezervleri ancak kendilerine yetebilecek kadar, sadece kısa dönemlik alışverişler yapabiliyorum. Şimdiye kadar Arida ile bir antlaşma benim ya da benden önceki hükümetlerin yapmamasının nedeni ise bu ülkenin çok fazla kendi içine kapalı askeri bir toplum olmasıdır. Coğrafi yapısı bakımından çok dağlık olan bu ülke eski dünya sistemine göre karadan işgal edilip, ele geçirilmesi ve herhangi bir şekilde sömürülmesi imkansızdı. Aynı şekilde yeni dünya sisteminde yani küreselleşme ile birlikte de zor gözüküyor. Burada da devreye hem fiziki özellikler giriyor hem de uluslararası ilişkiler denen çıkar ilişkileri ve dünya barışını sağlamaya çalışan uluslararası örgütler devreye giriyor. Ayrıca Arida her ne kadar kapalı bir toplum olsa da kendini teknolojik ve böylece askeri bakımdan da çok geliştirmiştir. Bu da diğer ülkelerin Arida ile direkt sıcak savaşa girmesine büyük bir engeldir. Arida’daki daha önceki hükümetlerin uzun yıllardır uyguladıkları politikalar nedeniyle bu ülke hem devlet hem de halk olarak kültürel olduğu gibi ekonomik olarak da içe kapalı, yabancı sermayeye karşıydılar. Sadece doğalgaz değil aslında her türlü hammadde ve yer altı kaynağı bakımından zengin oldukları için diğer ülkeleri sadece öğrenci göndermek (onları da öğrenimleri bittikten sonra ülkeye geri dönmek koşuluyla) amaçlı kullandıkları için kimseye ihtiyaçları olmadıklarını düşünüyorlardı. Bu gönderdikleri öğrencilerin büyük bir çoğunluğu mühendislik veya fen bilimleri öğrencileriydi. Bu nedenle teknoloji ve fen bilimlerinde gelişmiş olan Arida, sosyal bilimlerde olan eksikliği diplomasi ve iktisadi zayıflığında kendini belli eder. Zaten kısıtlı olan tek ithalat ihracat sağladığı ülke olan Targaryen ile tarihten de gelen bazı anlaşmazlıklar nedeniyle de arası bozulunca, Targaryen ekonomik ambargo koydu ve soğuk savaşa girdiler. Böylece Arida ekonomik olarak yavaş yavaş gerilemeye başladı ama bunu başta bulunan hükümetler hemen kavrayamadılar.

Arida’da bir seçim daha oldu ve bu yeni gelen hükümet artık bir şeyleri değiştirmek istiyor. Daha liberal ve dışa açılımcı politikalar izlemek, aynı zamanda da Targaryen ile ilişkileri düzeltmek istiyor. Çünkü uzun yıllardır süren bu soğuk savaş ekonomiyi ve dolayısıyla halkı epey yıprattı. Targaryen ile ilişkilerimin iyi olması, ülkemde dürüst bir politika izlemem, çevre ülkeler arasında sözü geçen güçlü bir konumda olmam Arida’nın, Aslan Cumhuriyeti’nden yardım alması ve bu iki ülkenin güçlü ilişkiler kurabilmesi için önemli nedenlerdir. Arida’da bu hükümet değişikliği olduğu ve yeni politikalar geliştirmeye çalıştıkları aynı sıralarda, ben de ciddi bir doğalgaz krizi yaşıyordum ve komşu ülkelerimle yaptığım antlaşmaların da süreleri bitmek üzereydi. Hem daha uzak bir komşu olduğundan hem de içine kapalı bir toplum olduğundan Aslan Cumhuriyeti’nde şimdiye kadar gelmiş hiçbir hükümetin antlaşma yapamadığı Arida, bu yeni durumu ile eğer iyi bir strateji ve diplomasi kullanırsam güçlü ilişkiler kurabileceğim bir ülke haline gelmiştir. Bu benim için çok büyük bir fırsat, böylece hem siyasi olarak ülke içinde ve uluslararası arenada daha güçleneceğim hem ülkemdeki büyük bir sıkıntıyı çözmüş olacağım hem de böylece bana karşı tehdit oluşturan kesimden bir azalma olacaktır.

Küreselleşme ile birlikte ülkeler arası ilişkilerde kullanılabilecek en etkili ekonomik faktörler bence enerji ve finans sektörleridir. Fakat hepsinden öte bir faktör vardır ki o da kültürel faktördür. Bir ülke ile güçlü bağların olmasını istiyorsak bence en elverişli giriş noktalarından biri kültürel ilişkileri geliştirmektir. Bu durumda ben de Aslan Cumhuriyeti olarak Arida ile ilişkiye girerken bunları göz önünde bulundurarak öncelikli olarak kültür faktöründen yararlanacağım. Arida, mühendislikte ve fen bilimlerinde daha ileri seviyedeyken benim ülkem de sosyal bilimlerde daha gelişmiş durumdadır. İki tarafın bu farklılıklarından faydalanarak ilk hamlemi eğitim projeleriyle yaparım. Karşılıklı okul kurma, öğrenci ve akademisyen değişimleri taleplerinde bulunurum. Yeni dünya sistemine ayak uydurmaya can atan ve sosyal bilimlerdeki eksikliğini fark etmeye başlayan Arida hükümeti, bu teklifimi kabul eder ve bu başlattığımız kültürel ilişki ile siyasi ve ekonomik ilişkilerin de tohumunu atmış oluruz. Bu eğitim projesiyle birlikte zamanla kültürel anlamda kaynaşıp, ilişkilerimi güçlendirirken artık ikinci hamlemi yapabilir duruma gelirim.

Targaryen ile soğuk savaş döneminde olan Arida’ya, bu durumun artık değişmesi gerektiğini, aralarını düzeltebileceğimi öneririm. Soğuk savaş nedeniyle ekonomisi sarsılmaya başlayan ve gerçekten kış uykusundan uyanmak isteyen Arida bu teklifi olumlu karşılar. Bu arabuluculuk teklifine karşılık da doğalgaz sorunumu çözerim. Elim Arida’ya karşı çok güçlü ona karşı sunacağım doğalgazını satınalma antlaşması çok yararlı bir işbirliği zemini oluşturacaktır. Çünkü diplomatik alanda yeni doğmuş bir çocuk ve bağımlı aynı zamanda da güven eksikliği var. Bu konuda çevredeki en etkili güç ve izlediğim politikalar sayesinde de en güvenilir ülke Aslan Cumhuriyeti, bu nedenle Arida, benimle iyi ilişkiler kurmak ve maddeleri çok uç olmadıkça, sömürüye kaçmadıkça sunacağım herhangi bir antlaşmayı kabul edecek durumdadır. Bu durumda ben Targaryen ile Arida’nın arasında arabuluculuk yaparken, her iki tarafın da mağdur olmayacağı şekilde uygun bir fiyata Arida ile doğalgaz hattını uzun süreli ve hükümet değişikliklerinde bu antlaşmanın sabit kalacağının maddesini de ekleyerek  büyük sıkıntımı çözerim. Aynı zamanda yabancı sermayeye ihtiyaç duyan, dışa açılmak isteyen Arida’ya yatırım önerilerim aracılığıyla sermaye transferi sağlamaya çalışırım. Böylece, ithalat ve ihracat bağı kurarak hem ekonomik ilişkilerimi kuvvetlendiririm hem de ülkemde bana tehdit oluşturmaya başlayan sermaye sahiplerini o pazara teşvik ederek kendi tarafıma çekerim. Arida hammadde ve yer altı kaynakları bakımından zengin, yabancı sermayeye ve girişimciliğe aç olduğundan potansiyeli güçlü bir pazar olacaktır ve bu benim ülkemdeki burjuvanın iştahını epey bir kabartacaktır. Aslan sermayesinin Arida sermayesine dahil olması demek orda yeni iş yerleri, yeni iş alanları demek, bu da yeni iş gücü ihtiyacı, emek ihtiyacı demek. Aynı şekilde büyümek ve yurtdışına açılmak isteyen Arida burjuvasının da benim ülkemdeki pazara dahil olması demek onun da Aslan’da yeni iş kapıları açması ve yeni emek gücüne ihtiyacı var demek. Bunlar da karşılıklı olarak ülkelerin birbirlerinin potansiyel iş güçlerinden, bilgi birikimlerinden, teknolojilerinden, kültürlerinden faydalanmasına neden olur.

Benim burada yapmaya çalıştığım modelimde önce kültürel ilişkiler ardından da siyasi ve ekonomik ilişkiler gelişti. Bir başka ülkeyle bir başka şekilde ilişkiye girecek olsaydım belki öncelikle ekonomik açıdan ya da siyasi açıdan ilişkiye girecektim diğerleri daha sonra ilk hamlemle birlikte gelecekti. Çünkü, Arida kapalı ve tedirgin bir toplumdu. Rakam ve siyasi söylemlerle başlayacak bir ilişkinin ters tepme ihtimali vardı. Önce aşinalık ve ilişkiyi geliştirme zemini oluşturmak daha kalıcı bir süreç başlatacaktı. Ama ilk başlangıç sebebim her ne olursa olsun, kültürel, siyasi ve ekonomik ilişkiler birbirlerini tetikleyerek gelişir. Bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır.

Tüm bu çıkarımlarımı Türkiye Cumhuriyeti uluslararası ilişkiler, siyasi ve ekonomik pozisyonuna uygulayabilir miyim? Bunu söyleyebilmek için tarihten günümüze kadar ciddi bir analiz yapmak gerekir. Fakat günümüze bakarsak ve kısaca söylemek gerekirse Türkiye Cumhuriyeti bu modeli uygulamaya başlamıştır. Aslan Cumhuriyeti’ni yönetim şekli dışında birçok yönden Türkiye Cumhuriyeti’ni örnek alarak yazdım. Şu anda da aynı Aslan Cumhuriyeti gibi Türkiye de dünyanın birçok ülkesine eğitim olanakları götürebiliyor. Yabancı sermaye olarak yurtdışındaki pazarlara girebiliyor, yabancı ortaklıklara imza atabiliyor. Jeopolitik konumunun verdiği avantaj sayesinde siyasi bir etkinliğe sahip, gerektiğinde bu gücünü kullanabiliyor. Elinde yeterli verileri olmasa bile Türkiye’nin en büyük avantajı bu jeopolitik konumu ve potansiyel iş gücüdür.

Cehaletin Hükümdarlığı


Sen kendini sihirli küresiyle bilgece takılan bir elf sanıyorsun ya canımın içi… Ve bunda sonuna kadar da haklı olabilirsin. Belki de çok az canlının sahip olduğu bilgiye sahipsindir ve sahip olmaya da devam ediyorsundur. Irkın en üstün değerlerle yetiştirmiştir seni ve senden sonraki nesil de böyle devam edecektir. Hep idealin, doğrunun ve adaletin savunucusu oldun ya sen hani? Ama cahil bir insanoğlu gelir senin bütün bilgeliğini ve sahip olduğun değerleri hiçe sayar. Kendi bilgisine, zekasına ve ahlaksızlığına bakmadan hem seni eleştirir hem de seni yönetmeye kalkar. İşin kötü tarafı bütün insanlığın aynı olduğunu anlarsın.

Hadi bakalım küçük elf! Kendi halinde takılırken iyiydi. Bu cahil insanlığı görmemezlikten gelemiyorsun çünkü talepleri, doyumsuzlukları ve cahillikleri nedeniyle yaptıkları senin de ırkını tehdit ediyor. Kendi bilgece yöntemlerinle bu insanlıkla nasıl başa çıkabileceksin?